Arter’deki sergi gezimin ilk yazısında Locus Solus sergisinden bahsetmiştim. Şimdi ise Selen Ansen küratörlüğündeki Başımızda Siyahtan Bir Hale ve Eda Berkmen küratörlüğündeki Koyun Koyuna sergilerini ele almak istiyorum.
Eğer Locus Solus sergisini okumadıysanız, bu linkten hızlıca erişebilirsiniz. Okuyanlar olarak biz devam edelim.
Işığı yutan ve yansıtmayan, karanlıkta gözle göremediğimiz şeyleri nitelendirir siyah renk. Arter’in ışık almayan bodrum katında, -1’deki sergi salonunda bulunuyor Başımızda Siyahtan Bir Hale. Ahmet Doğu İpek‘in 2020-2022 arasında ürettiği eserleri ele alıyor sergi. Burada sanatçı normalimizin dışında olan, sıradışı veya görmediğimiz detayları sunuyor.
Küratör’den bir kısmı da araya eklemek istiyorum;
“Victor Hugo’nun ifade ettiği gibi, ‘Gezegenler gibi halkların da tutulmaya hakkı vardır. Işık geri geldiği ve tutulma büsbütün geceye dönmediği sürece her şey yolundadır.'” (Victor Hugo, Les Miserables)
“Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde
Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
Bir uzak han kavramına. Hanların
Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan
Başımızda siyah bir hale.” (Edip Cansever, Tragedyalar III)
Buradan da anlayacağımız üzere, sergi ismini Edip Cansever kitabından alıyor. Yine beni etkileyen ve öne çıkan eserleri listeleyerek fikir vermesi için çabalayacağım. Sergi 29 Ocak 2023’e kadar gezilebiliyor olacak. Mutlaka gidip kendinizden bir şeyler bulmanız gerek.
Girişte yer alan video odası Zephyr I, Yunan mitolojisindeki dört rüzgarın birinden adını alıyor. Burada üretilen 2 video eser izledikçe büyülüyor ve bir taraftan karanlığa doğru çekerken diğer taraftan uyandıran bir melteme götürüyor. Videonun yaratışını dijital ortamdan çıkmış sansam da, bir bardak suyun içinde mürekkebin hareketleri kaydedilerek oluşturuluyor.
” ‘Öyleyse şu karanlık kış sabahında, asıl gerçek dünya solup gitmişken, gözün bizim için neler yapabileceğine bir bakalım. Bana güneş tutulmasını göster, diyoruz göze; şu büyük gösteriyi bir daha görelim.’ 29 Haziran 1927’de, sabahın erken saatlerinde tıpkı gözlerini gökyüzüne dikmiş binler Britanyalı gibi, yazar Virginia Woolf da bir güneş tutulmasını deneyimlemek üzereydi. Bir yıl sonra, güpegündüz inen gecenin oluşturduğu ‘tuhaf gösteriyi’ hatırlayarak şunları yazacaktı: ‘Bu, güneşin burada mağlubiyetiydi.’ ”
Bir bütün oluşturan şekilde duvarda yanyana duran İpek’in tutulma eserleri uzaktan basit bir şekil gibi görünse de yakına gittiğinizde detaylar ve renk furyasını bulabiliyorsunuz. Burada İpek’in asıl amacı güneşi değil, ışığının karartılmasını resmetmiş. Burada bazı eserler daha yeni, bazı eserler daha eski ayrımını kağıtların renklerinin solmasından anlayabiliyorsunuz. Burada yine yaşayan dokuların üzerindeki renklerin zamanla yaşamların değişimini anlatan eserler var.
Siyah eski zamanlardan beri karanlığı ve beyaz aydınlığı anımsatır ve bunların çatışması günümüze kadar süregelmiştir. Bu eserler için bu çatışmayı rahatlıkla söyleyebilirim. Nitekim eserin hikayesinde kimsenin ayak basmadığı bir adadan bahsediyor; Albino Adası. Bu adada sürekli siyah dumanlar püskürten bir yanardağ bulunuyor. Bu adada doğan, büyüyen ve ölen her şey beyaz. Fakat bu püsküren duman tüm bu albinoluğun üstüne çökmüş gibi. Burada bu çatışmayı anlatan İpek, aslında söyleyebildiklerimizden daha fazlasını anlatıyor.
Sanatçı taşları yaş, boyut, renk, ağırlık gibi farklarına bakmaksızın resmetmiş. Onları doğal ortamlarında gözlemliyor, dostlarının atölyesine taş getirdiği ve orada bu süreci yaşadığı da oluyormuş. Şehrin ortasında bulunan atölyesi sebebiyle etrafında taş değil, inşaat ve betonların bulunduğunu ve taş için çok uzaklara gittiğini belirtmiş İpek. Burada taşlarda bıraktığımız izleri ve taşın bıraktığı izleri betimlemiş sanatçımız İpek.
Burada Başımızda Siyahtan Bir Hale‘den çıkarak Koyun Koyuna‘ya doğru geçebiliriz.
Eda Berkmen küratörlüğündeki Koyun Koyuna sergisine geçebiliriz.
Bu sefer konumuz: Uyku. Daha anne karnında başlarken bu serüvene, son uykumuza kadar tüm hayatımızda tüm canlılar önemli bir yere sahip olan uyku. Çünkü tüm sivriseneklerden tüm krallara kadar, tüm eskimolardan tüm kiniş seven ve sevmeyenlere kadar herkes uyudu.
Bazı eski zamanlarda insanlar bu uykuya derin anlamlar yüklediler, büyülü veya efsunlu dediler. Fakat canavarlara veya devlere bile sadece uykusundayken yaklaşılabildi, en korkunç olanları bile uykudayken savunmasız görülebildi.
Teknoloji, sanayi, modern hayatlar, yollar evler derken rekabet ve kaygı, koşuşturma haline dönüşüverdik. Ama uykuyu yenemedik, adını tembelliğe ve uyuşukluğa çıkarttık. Az uyku kaygı ve psikolojik etkileriyle rüyaları getirdi ve uyanışlarımızı uykudaki konuşmalarla yapmaya başladık.
“Şimdi görünmez, dur duraksız sinyaller, elektrik, ses, radyo dalgaları, dünyadan uzaya, uydudan kimbilir neredeki bir çöle gidip; bildiğim, bilmediğim, tahmin bile edemediğim çoklukta yerleri ve kimseleri bağlarken; metalar, veriler, insanlar ve istatistikleri sabah, akşam, yaz, kış, bayram, hastalık demeden sayılıyor, hesaplanıyor, hareket ediyor. Savaşlar başladığı anda naklen yayınlanıyor, eve sipariş edilen yemek 45 dakikada geliyor, sevdiğin ünlü bile rujunu sürerken seni düşünüp numarasını söylüyor; internette dükkanlar hiç kapanmıyor. Düzen bizim için çalışıyor ve bizi kendi için çalıştırıyor.”

Ali Emir Tapan, serginin tam ortasındaki bu eser bir aileyi işliyor. Belediye tarafından budanan dalların kalıpları içine pirinç dökerek onları ölümsüzleştiren Karaburçak, sonrasında bu dalları birleştirerek kökü olmayan ağaçlar yaratmış. Tapan, sert yapıda ama kırılgan görünümlü olan heykelleri, toplumsal beklenti ve kurallara uyum sağlamayı reddeden ailesine adar.
Burada Başak Bugay‘ın Otelde Bir Gün sergisi için ürettiği gri bir kapalı kutunun belirli bölümlerinde sadece küçük bir pencereden görülebilen pamukların içindeki figürler uyuyor. Ancak ruhlar dışarı kapalı, yalnız ve huzurlu görünmekteler. Yine Bugay’ın eseri olan Pantolon ise, hem uyurken örtünme hem de rüyada kalabalık içinde kendini çıplak gören kişinin yetersizlik hissini anlatır. Uykuda vücudun tüm ağırlığı yere, zemine bırakıldıkça beden ifadesizleşip silikleşir.

Begüm Yamanlar‘ın eseri olan Tahribat ise bir video eseri. Bir sürü fotoğraftan oluşan bu videoda sanatçı, tüm fotoğrafları büyük bir titizlikle işlemiş. Tendeki bir yara hızlıca kapanır ve tekrar açılır. Ciltteki bu yaranın yavaşça kapanıp yok olması ve tekrar açılması şehirdeki tahribatı da simgeliyor.

Serginin girişinde tavandan sarkıtılmış kumaş şeritleriyle sunulan bir eser var. Defne Tesal‘ın bu eseri dışarıdan gelen ışığı ve sesleri yumuşatıp gölge oyunlarıyla mekanı loşlaştırır. İçindeyken sonu görülüp seçilemeyen, algıyı bozup ferahlık veren bir uyku halini verir.
Jaroslaw Kozlowski‘nin belirli bir düzen içinde yerleştirilen metronomlar, duvar saatleri ve çalar saatlerle modern insanı; zamanı kontrol etme hırsını işler.
Tüm bu eserlerin yanında bahsetmediğim, sığdıramadığım daha nicesi mevcut. Tüm bunları görmek, duymak için mutlaka Arter‘i ziyaret etmelisiniz.
Buraya kadar benle okuduğunuz için teşekkürlerimi iletiyor, sonraki yazıda görüşmek üzere diyorum.